2020-12-29

 

ŞİİRE DAİR

. Murat Soyak

 

   Şiirlerde aradığımız nedir? Acının, sevincin, yalnızlığın, hasretin, aydınlığın, hakikatin mısra mısra dile gelişi. Ruhun seyahati engin denizlerde. Dokunulan, duyulan bir iç yangını. Çekilen sızının siyah-beyaz fotoğrafı. Şu dünya yolculuğunda sesimize bir ses veren var mı? Başkasının şiirlerini okurken kendimizi de okuruz. Şiirlerde tanımak insanı, şiirlerde derinliğine…

   Sahil dil bir şiirin olmazsa olmazı. Şiiri var eyleyen sahici bir duruş ve iç kanamadır. Yaygın bir ifade ile samimiyet. Şiirin gücü ve güçsüzlüğü burada saklı. Bir dönem parlak mısraları ile anılan bazı şairler şimdi unutulur oldu. Mesela Mehmet Emin Yurdakul, Enis Behiç Koryürek, Behçet Kemal Çağlar… Halbuki kendi dönemlerinde bu şairler nasıl da “yıldızlı pekiyi” idiler. İri, şatafatlı, allı pullu mısralar gün gelir de bir balon gibi sönüverir. Kim ne derse desin, zaman yetkin bir seçici.   

    Şiirin hası direnmesini bilir. Şiir, bir direnç alanı olarak da anılır. Şiir geleneği içinde çetin bir sınav şairi bekler. Şiirin zorluğu da burada diyorum. Dışarıda olup bitenlerin cazibesine kapılmadan; kendi iç akarında, yeni şeyler söyleme çabası şiiri okunur kılmakta.

    Bir ses bize unuttuğumuzu hatırlatan, bir ses uzağı yakın eyleyen, bir ses gecede işaret fişeği, bir ses birce duyuşa kapılar açan…

   “Yolculuk” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktadır. Evet, bir ömür yaşadıklarımız, tanık olduklarımız birikir, birikir de gün olur dışa yansır. İnsanın sustuğunu sanmayalım. İç konuşma hiç bitmez ki… Hep cevaplar üretiriz; kendimizce cevaplar. Zira kendi özümüzü, ben içindeki ben’i ikna etmek durumundayız. Yoksa çıkmaz olur girdiğimiz sokaklar. Kararıverir iç evren. Sürekli aydınlık için okuma-araştırma-sorgulama-yazma çabası devam eder. Bazen isyan, bazen teslimiyet… Neticede sürekli yaşanan bir ruh devinimidir.

     Gökyüzünün dinginliği bir yere kadar. Rüzgârın ardılı yağmur. Ve her damla ile güzelleşir yeryüzü. Şiire varmak için yola çıkan insanın yaşadığı çile değil midir? Bütün zorluklar bir serinlik umudu ile aşılır. Sarı güneşin altında toprağı çapalayan kişi güzel yarınlar düşler. Hak edilmiş bir yaşamak, hak edilmiş güzellikler… Bunu sağlayacak olan derinlikli okuma-yazma sürecidir.

     Şiirde buluşmak… Var mı böyle bir buluşma şimdilerde? Sürekli içine kapanan, duvar ören bir şiir ortamı. Şiiri imge batağında görünmez kılan ve bencil şiiri çoğaltan nasıl sağlayabilir bu buluşmayı? Karanlık dehlizlerde söylenip duran. Akışı yok, yankısı yok. Nerede ışık? Çağının tanığı olmaktan uzaklaşmış. Yaşanan zulümlere duyarsız. Bu tavır şiir adına kabul edilemez. Şair, haksızlıklar karşısında sesini yükseltendir. Öncü tavır, önder oluş şaire yakışır.

     Güzelliği, iyiliği, tanıklığı, hakikati özge bir bakış ile sağlam bir anlatım ile duyurmak gerek. Şiirde buluşmak o vakit daha bir anlamlı. Dilin içindeki varlık, dilin içindeki “biz” gür gümrah bir kez daha okunur olur. 

     Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.

     İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir.  

    Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.

ŞİİRE BAKIŞLAR

   Şiirin herkesçe kabul gören ortak bir tarifi yok. Şairler sayısınca şiir tarifi yapılabilir.  Her tanımlama sınırlara işaret eder. Oysa şiir, sınırları aşar. Yine de şiirin ne olduğu, niçin yazıldığı hususundaki sorular cevap bekler. Özgürlük alanı olarak da algılanan şiire dair çeşitli tarifler yapılmıştır. Evet, her şiir tarifinde noksan bir yan vardır. Bunu dikkate alarak şiir üzerine söylenenleri okumalıyız.

   Mehmet Âkif şiir, şair ve sanat hakkındaki duygu ve düşüncelerini “Safahat”ın giriş kısmında beyan etmiştir.

“Bana sor sevgili kâri’ sana ben söyliyeyim,

Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım;

Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;

Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şiir için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım !

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım !

Oku, şâyed sana bir hisli yürek lazımsa;

Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.”

Sanat anlayışını bir dörtlükte dillendirir:

“-Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim…

İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözün odun gibi olsun; hakikat olsun tek ! “

  Ahmet Haşim şiiri şöyle tarif eder: “Şiir, söz ile mûsîki arasında sözden ziyade mûsîkiye yakındır.”  Şiiri anlamdan uzaklaşıp sese yakın duruyor. Şiir daha çok ahenkli bir sesler bütünü olarak telakki edilmiş.

   Necip Fazıl Kısakürek şiir hakkındaki düşüncelerini “Çile” isimli eserinin “Poetika” kısmında belirtir: “Bizce şiir mutlak hakikatı arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikatı arama işi…” Bu tanımlama ileri bir aşamada şu şekilde ifadesini bulur: “Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” Şiir ve aramak eylemi bu tarifte bir arada kullanılmış.

“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış.

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış”

Şiir, hakikat iklimine, Hakk’a yakınlığın vesilesi oluyor.

“Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir;

Canlı cenazelerin başında Münker-Nekir”

   Necip Fazıl Kısakürek bu mısralarda bir şair olarak tavrını, duruşunu açıkça ortaya koyuyor.

   Ahmet Hamdi Tanpınar: “Şiir söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Şiirde kendimin, hikâye ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatın ve insanların –bedenen başkalarının- peşindeyim” der. Şiiri “kendisi için kendine ait bir vaha” olarak görüyor Tanpınar. Şiir ile kendi iç dünyasının bilinmezlerine yürümektedir şair.

   Behçet Necatigil’in şiire bakışı şöyledir: “Şiir, bir nevi ağarmadır, bir nevi beyazlaşma, yani gece karanlıksa bari geceliğimiz beyaz olsun deriz, isteriz. Şiire ben bir böyle teselli gözüyle bakarım. Şiir bir kelime yatırımıdır, bir anılar toplamıdır. Bir dili mümkün olduğu kadar enine boyuna değerlendirme çabasıdır.” Şiir, bu tarifte öz benliğin açığa çıkma çabası olarak ele alınmış. Netlik arayışı diyebiliriz. Suyun duru akması gibi. Bu tarifin bir yönünde ise dilin imkânlarını yoklama ve dili güzelce kullanma görülüyor. Behçet Necatigil’in “Yazı” isimli şiiri:

“Ve şairler boyuna kimlere yazarlar?

Yıkılmış köprülerin başında

Ürkmüş boşluktan biri inliyorsa

Ve şairler onlara geldimlere yazarlar.”

    İsmet Özel “Şiir Okuma Kılavuzu”nda şiir ve şair hakkındaki düşüncelerini etraflıca açıklar. Şiirin varlık sebebi hakkında der ki : “Şiir hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığı korunmaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar.” Şiirin ayırıcı vasfı üzerine de şu tespitte bulunur: “Şiir başka anlatım yollarıyla varılamayan bir beşeri alanın sanatıdır. Düzyazıdan beklenen hiçbir görev şiire yüklenemez. Dil birinde ne ise, ötekinde o değildir.”

   “Şair, bir toplum için başlı başına bir devrimdir” diyen Sezai Karakoç şiir ve şair üzerine düşüncelerini özellikle “Edebiyat Yazıları-I” ve “Edebiyat Yazıları-II” isimli eserlerinde toplamıştır. “Şair nedir? Kelimedeki hayatı bulandır.” der. Şiir hakkındaki şu tespiti üzerinde özellikle durmak gerekiyor: “Şiirin gerisinde insan olmalıdır.” Şiir ölüyor mu, öldü mü türünden tartışmalar son zamanlarda sıkça karşımıza çıkıyor. Sezai Karakoç bu meseleye cevap hükmünde şunları söylemektedir: “Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü: insan ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir. Çünkü: şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi değil, çıkarıldığında, insan hakikatının hayattan yoksun kalacağı kalbidir. Şiir, hakikatın, doğa ve tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir.”  Bu tarif içinde yer alan hakikat, doğa, tarih, yürek kelimelerinin üzerinde düşünmek gerek. Şiir, hakikatın dili ve doğa, tarih içindeki ifade alanı olarak öne çıkıyor. Sezai Karakoç şiirinde hakikat ışığı, hikmet mısra mısra okunur.

“Şiirin yazanı yoktur

Vardır yalnız okuyanı

Şair de bir okurdur

Kendi şiirinin okuyanı”

   Sezai Karakoç “Taha’nın Kitabı”nda şiiri, acıyı dindiren ve kişiyi dinlendiren bir yapı olarak ele alır.

“Evet yine şiirdir beni arasıra dinlendiren

Acıma aralıklar verdiren

Ufuklardan ufuklara taşıyarak kelimeleri

Ne yapılar kurdum eleğimsağma gibi

İçimdeki buluttan yağıştan şimşekten ışıklardan

Gizli bir yapı taşından ders okudum ben

Şiirin birden kaçışını denizlerden

Şiir içimizdeki zindanların mahkûmu”

   İnsanoğlunun en doğal, en içten sesidir şiir. Hakikate ve kendi özümüze yakın olabilmek için şiir. Ötekine hüznün, sevincin kuşlarını uçurmak için şiir. İnsan var oldukça, varlığını sürdürecek şiir.

   Varoluşun yankısı şiir oluyor !..



* Nida edebiyat, kültür ve düşünce dergisinde yayımlanmıştır.



 

2020-11-27

İSMAİL ÖZMEL İLE KIR BAĞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

   


Söyleşen: Murat Soyak

 

-Niğde'nin güzel, müstesna yerlerinden birisi de Kır Bağları idi. Şimdi o muhitte bağ ve bahçeler kalmadı. Zaman içinde Kır Bağları bir değişim, dönüşüm geçirdi. Kayıp zamanın peşinde bir şair, yazar olarak bu hususta neler söylersiniz?

    Niğde’nin Kırbağları semtini niçin seçtiğinizi biliyorum. Sizin de orada bir küçük bahçeniz ve önünde kayısı ağaçlarıyla tek kat, pencereleri küskün, camları ağlamaklı eviniz, elbette hiçbir zaman gözünüzün önünden gitmeyecek ve aile efradıyla orada geçirdiğiniz günleri anacaksınız. Sabah kahvaltılarda, akşam yemeklerde aile fertlerinin bir arada olduğu günlerden başlayarak, en son gelinen noktayı karşılaştırmak ve senin kurduğun yuvanın temellerinde onların sevgilerinin, emeklerinin ve ilgilerinin yattığını düşünecek ve aile fertlerine o gözle bakacaksınız.

   Kırbağları adı üzerinde, istasyon binasının demiryolu hatlarının doğusundaki bu mahalleye geçmişte çok ziyaretlerimiz oldu. Bu vesile ile tanıdıklarımız, akrabalarım, dostlarımız oldu. O ağaçların göğe doğru yarıştığı dutların, cevizlerin, arada eriklerin ve kayısıların dostça el ele vererek bizlere yazın sıcağında serinletecek ve sohbet ve ikramları şirin gösterecek bir gölge hıyabanını kurmakla meşgul olduklarını, bu hallerinden hiç de şikâyet etmediklerini söyleyebilirim.

   Önce arkadaşım, sonra da akrabamız olan emekli öğretmen rahmetli Ali Şıker’lere ailece gelip bu semtteki bağlarında geçen çok güzel ve unutulmaz saatlerin hatırlanmasına vesile olduğunuz için de size teşekkür ederim.

   Kırbağları mahallesini (Şimdi İlhanlı Mahallesi) şehir merkezine bağlayan demiryolu üst geçidi yoktu. Demiryolu ile hemzemin toprak-taş döşeli yoldan ancak geçilir gidilirdi. Tren istasyonunun güneyinde demiryolu alt geçidi vardı, halen de var olmaya devam ediyor. Kırbağlarının esas yolu bu alt geçitle sağlanırdı. Bu yoldan İtulutmaz’a doğru yürürken birinci merhalede bir su bendi ve yolu kuzey güney istikametinde kesen içinde su akan arklı; sağa ve sola ayrılan; bir sokak vardı. Bu sokaklara sapmadan yola aynı istikamette devam ederseniz yolu kesen sağa ve sola ayrılan ikinci sokak vardı. Bu iki sokak baştanbaşa Kırbağları’nın bazen bakımlı, bazen de bakımsız bağları ile bir ağaç deniziydi desem yeridir.

   Meyveleriyle, çalışkan ve ikramı seven insanlarıyla, çok çalışıp az kazanan kanaatkâr insanlarıyla özlemle anılan bir semtimizdi, bilenler ve tanıyanlar için bu duyguların yaşamaya devam ettiğini düşünüyorum.           

 -Kır Bağları denildiği vakit sizde uyanan çağrışımlar, hatıralar, izler nelerdir?

   Kırbağlarına ilk uğrayışım bugünkü Kayseri yolu üzerinde eski un fabrikasına varmadan solda demiryoluna yakın bir yerde Kırdeğirmeni vardı. Oraya buğday öğütmek üzere büyük ağabeyim şair Hasan Hüseyin Özmel’le gitmemle başlar. Şehir o kadar yakın olduğu halde ekmeklik buğdaylarını, uğralık arpalarını öğütmek üzere gelenler, bazen orada ekmek pişirir açlıklarını yatıştırırlardı. Bir defasında altında bir miktar ateşle ısınmış mermer parçası üzerinde ekmek pişiren birisini göndüm, şaşırdım ve ağabeyime gösterdim. Demek ki acıkmış, ne yapsın gibi bir hareket yaptı. Daha sonraları düşünüyorum kır değirmeni şimdiki çalışmayan un fabrikasının hemen kuzeyinde bir yerde idi.

   Kırbağları deyince aklıma kavak, selvi ve meyve ağaçlarından örülmüş bir ağaçlar sergisi gelir, orman desem yeridir. Demiryolu istasyonunun eski sanayi çarşısı tarafında bir alt geçit var. Biz o alt geçitten Kırbağları’nın bir semti olan Hacılar sokağına gider gelirdik. İşte bu alt geçitten çıkıncı sağa sapmayınız, doğru giderseniz o yol sizi kademe kademe Kırbağları semtine götürür. İşte sizi karşılayan tarla çevrelerinin süsü kavaklar ve sonra da boyları kısalmış meyve bahçelerine doğru gidersiniz. Kavaklara nazaran meyve ağaçları biraz kısa kalırlardı. Bazı bahçelerde dut ve ceviz ağaçları yılların anılarını saklayan bohçaları gövdesinde saklar gibi mahcup sizi karşılardı. Bazı ceviz ağaçları o kadar yukardan insanları selamlarlardı ki, başınızda şapkanız varsa, onlara bakarken şapkanızın viziyerinden tutmanızı öneririm, ya değilse şapkanın yere düşmesi işten bile değildi. Bahçelerin arasında birkaç buğday ekili tarlayı, bazı yerlerde bakımsız üzümlükleri görebilirdiniz. İmara açıldıktan sonraki halini biliyorsunuz zaten.

-"İnsan yaşadığı yere benzer" yahut "Coğrafya kaderdir" sözlerini Niğde ve Kır Bağları bağlamında ele alırsak neler söylenebilir?

    Eskiden insan yaşadığı yere daha çok benzerdi. Çünkü ulaşım vasıtaları ve insanlarda seyahat arzusu bu kadar gelmiş değildi. Ben komşularımızı düşünüyorum. Hemen hemen bir nesil şehirde komşulukla, bağda komşuluklarla, hayat şartlarının getirdiği imkânları kullanarak, ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bahar gelince bağlara taşınılır, güz gelince kış hazırlıkları, salça ve ekmek yapımı önemli işlerdendi. Kışın peynirini ve yağını da eve koyabilirse, zaten bulgur ve aşlık ve erişte, makarna ihtiyaçlarını kendileri hazırlarlardı, sebze ve meyve kurutmak güz mevsiminin önemli uğraşları arasında idi. 

    Giyim kuşam işleri alışılmışın dışında olması ya bir nişan veya düğün sebebiyle farklılık gösterirdi. Diğer zamanlar insanlar giysi konusunda ne bulursa, imkânı neye elverirse onları giyer, biraz rengi solunca da ceketini veya paltosunu ters yüz ettirerek birkaç yıl da öyle giymeyi yüksünmezlerdi. Daha çok toprağa ve onun mahsullerine bağlı bir hayatı sürdürürlerdi. Babam terzi idi, meslek sahiplerinden derici, kollu makinacı, fotoğrafçı, arabacı, faytoncu, camcı meslek sahipleri vardı. Onlar da günlük işlerini aynı kıvamda götürürler ve halinden pek şikâyet eden olmazdı. Çünkü dünyaları şehirde ve bağda, tanıdık simalarla, samimi ve yardımlaşan yakınlıkta, sevgi ve saygının önemle yaşandığı bir dünyaları vardı. Ülkeyi ilgilendiren meseleler günlük konuşmaların dışına çıkmayı gerektirirdi. Birinci cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı anıları ve bir de masal anlatan yaşlı bir kesim vardı. Gece gezmelerinin konusu, mesela babamlarla bir komşuya oturmaya gidilince, bazen, Ahmet efendi şu Cihan Harbinden ve Kurtuluş Savaşından bahset bakalım diyerek konu açarlardı. Bir komşumuz vardı çok güzel masal anlatırdı. Babam da ona Recep ağa bir masal anlat da çocuklar dinlesin, derdi. Bunlar çocukluk döneminin izlenimleridir.

   Toprağa ve insanlara yakın hayat öyle bir ibrişim yumağı sarmış ki dışına çıkmak için bir bahane ve bir istek de yoktu. Radyo ve televizyon olmayınca yeni şeyler görüp istemeleri gibi de bir problemleri yoktu.  Böylece insan doğduğu yere benzerliğini sürdürür, coğrafyanın bir parçası olarak hayatını yaşardı.

-Sizin çalışmalarınız ile gündeme gelen halk şairi Sadık Çavuş'un şiirlerini yakın zamanda okumuştum. Sadık Çavuş, Kır Bağlarını anlattığı güzelleme niteliğindeki şiirlerinde özellikle mor sümbülleri dile getirir. Bu durum özellikle dikkatimi çekmişti. Biz günümüzde bu özge güzellikleri -maalesef- kaybettik. Buradan hareketle şehirde ikamet eden şairlerin, yazarların hassasiyeti, duyarlığı ve gayretleri hakkında neler söylemek istersiniz?

   Adanalı Halk Şairi Sadık Çavuş ellili ve altmışlı yıllarda Niğde’ye yaylaya arkadaşları ile beraber gelirdi. Onunla Niğde’nin Sesi gazetesinin matbaasında tanıştık. Gazetede onun şiirleri de yayınlanıyordu. Ben de şehir meseleleri ve diğer konularda yazıyordum. Bir arkadaşı vardı ondan daha uzun boylu pehlivan görünüşlü bir insandı. Sadık Çavuş sivri burun ve sivri ökçeli, arkası basık ayakkabısı, iri taneli bal renkli tesbihi ve parmağındaki kalın altın yüzüğü ve zayıf vücudunu örten siyah şalvarı ile bir sporcu diriliği ile yürürdü. Yolda hep arkadaşı ile görürdüm. O da şair idi. Birkaç şiirini eski gazetelerde tespit etmiştim, hakkında bir şeyler yazamadım.

   Daha çok Sadık Çavuş konuşurdu. Niğde’nin ilçelerinden köylere kadar görmediği, tanımadığı yer kalmadığını düşünürdüm. Sonra şiirlerini yıllar sonra eski gazete sayfalarından toplarken gördüm ki hayran hayran dolaştığı Niğde için ve çevresi için ne güzel şiirler yazmış, onu rahmetle anıyorum.

   Gezip görmek, şehri ve güzelliklerini tanımak bir merak ve bir imkân meselesidir. Şimdi köylere bile saat başı vasıtalar gidiyor. Biz çok uzaklara gidiyoruz tatil yapıyoruz ama şu burnumuzun dibindeki güzelliklerden haberimiz yok. Bak unutuyordum, bu noktadan biraz kurtulduk, bazı genç meslek sahipleri köylerimizi kasabalarımızı geziyor, hem de resimleyerek ve onların ve bilhassa üniversitemizin bu konudaki duyarlılığını unutmamak gerekir. Şehrin hem dününe hem de bugününe ve yarınına dair tasavvurlarımız, düşünce ve duygularımız olmalı ve tabii ki şairlerimizin bu duygulara da şiirlerinde yer vermeleri gerekir diye düşünüyorum.

-Kır Bağları hakkında sizin ekleyeceğiniz duygular, düşünceler nelerdir?

   Bu satırları 22.11.2020 tarihi itibarıyla Covit-19 salgını günlerinde yazıyorum. Dışarı çıkma iznini kullandığım bir gündü. Eski Emniyet Müdürlüğüne varmadan bir ceviz ağacının yere serilmiş yapraklarını görünce, kendi kendime Kırbağları’nın unuttuğum bir özelliğini de yazmalıyım dedim.

   Sonbaharın ayrı bir görüntüsü vardır. Üzüm ve elma bozumundan sonra şıra kaynatmak ve elmaları kulplayarak ambara kaldırma işlemleri önemli bir hizmetti. Çünkü evin önemli ihtiyaçları bu elma satış bedelinden karşılanırdı.  Kulplamak kelimesi biraz muğlak kaldı sanırım. Elli altmış yıl önce elma elle tane tane bozulur ve kovalarla taşınan elma çok yavaş bir şekilde çayırlara boşaltılırdı. Orada seçilir ve külah elma (elmanın en iyisi ve irisi) ve birinci elma ayrı ayrı sandıklara konulmadan önce, çay kaşığı ile elma kulpları ortadan kırılır ve bu çöplerin diğer elmalara batarak yaralanması önlenirdi. Çünkü yaralanan ve berelenen elmalar çabuk çürüdüğü için kışa dayanmazdı. Bu işlemlere elmanın kulplanması denirdi. Elmanın ufakları da mazak veya ıskarta diye evde yemeğe ayrılırdı.

    Esas konumuza gelelim, yolda gördüğüm ceviz ağacının yerlere dökülmüş yaprakları beni tekrar eski güz günlerine götürdü. Kırbağları’nda olsun; Kayardı bağlarında, Tepe bağlarında olsun sonbaharda sararan yapraklar açık yeşil, açık sarı, sarı, açık kahverengi ve koyu kahverengi cümbüşüyle duygulu nazarlara çok şey söylerdi. Bu yapraklar biraz da insanların hayatının bir safhasını hatırlattığı için biraz da hüzünlü bir şarkı söyler gibiydi. Ben bugün bu hüzünlü şarkıyı dinlediğimi söylemeliyim.

  Ağaçlar yapraklarını dökünce adeta çırılçıplak kalmış gibi bir görüntü ortaya çıkar.  Dökülen yapraklar bağ sahibi tarafından veya tutulmuş bir ırgat tarafından süpürülür ve tandırların yanı başına istif edilirdi. Kuru yapraklar(hazallar) yufka ekmeğin pişirildiği, geniş sacın altındaki tandırda gürül gürül yanan bir yakacak olarak kullanılırdı. Onun için ucuz bir yakacak olarak hazallar ağaçların altında bırakılmazdı. Değerliydi. Kayınvalidem Fikriye Arısoy bir anısını anlattı. Onun kayınvalidesi(Müftü Avşar efendinin ikinci eşi) bir işçi tutarak bağa gitmiş, bakmış ki bağdaki hazallar birisi tarafından süpürülmüş ve öbek öbek toplanmış. Az sonra bu işleri yapan kadın gelmiş, kayın validesi, “bu hazalları niçin topladın” diye sormuş ve kendilerine lazım olduğunu ve hatta bir de işçi tutarak geldiğini bu hazalların kendisi tarafından toplanacağını söylemiş. Kadın da “haklısınız, size haber vermem gerekirdi” diyerek oradan ayrılıp gitmiş.

    Niğde tarihi eserleri, yetişkin insanları ve biraz da bağları ve bahçeleri ile tanınmış bir şehirdir. Çok yer ağaçlı ve yeşildi, şimdi bu yeşilliğin biraz azaldığını görmemek mümkün değildir. Şehir içinde ve çevresinde halen ağaçları kesmeye devam ediyoruz ve yerine beton yığınlarını dikmeyi marifet sanıyoruz. Şehir ve çevre kültürü geliştikçe şehir daha yaşanır ve daha güzel, daha yeşil ve çiçekli olacaktır ben buna inanıyorum

-Bu kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.

  Ben de size teşekkür ederim; beni eski yıllara götürüp getirdiniz.


22.11.2020, Niğde

İSMAİL ÖZMEL, 18 Aralık 1933  tarihinde Niğde merkez, Ahipaşa Mahallesi Ahi Sokak (Şenol Sokak) 20 numaralı evde doğdu. Babası Birinci Cihan Harbi ve İstiklâl Harbi gazilerinden terzi Bekir oğlu Ahmet Özmel, Annesi Altuncu ailesinden Huriye Özmel’dir. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949- 23.6.1953), sonra Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı. İsmail Terzioğlu, İsmail Bekiroğlu ve Mızrap takma adları ile de yazan İsmail ÖZMEL, İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir.

İlk şiiri 1952 yılında “Türk Sanatı” dergisinde ve Elazığ Uluova (23/24-Haziran/1953) gazetesinde yer aldı. Lise son sınıfa Niğde’ye geldiğinde, Niğde’nin Sesi günlük gazetesinde başyazı yazmaya başladı. (1954-55) Kırk yıla yakın bu gazetede yazdı. Diğer yazı ve şiirleri Şûle, Milli Işık, Boğaziçi, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Yesevi, Kayseri Erciyes, Filiz, Kültür ve Sanat dergileri ile Tercüman, Son Havadis, Kayseri Hakimiyet, Bursa Hakimiyet, Hür Anadolu gibi gazetelerde yayımlandı. Ona yakın şiiri bestelendi. Ansiklopedilere maddeler yazdı. Arısoy ailesinden Melâhat Hanımla evli ve Dr. Selçuk Özmel ve Mak. Müh. Bekir Serdar Özmel’in babasıdır. Yayın hayatına Ocak-Şubat 2006’da başlayan Akpınar isimli, iki ayda bir yayımlanan, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin imtiyaz sahibidir. Akpınar dergisi 15. yılında yayın hayatını sürdürmektedir.

 

ESERLERİ:

ŞİİR: Bir Daha Yaşamak (1969)

Zaman Kuşun Kanadında (1984)

Çağır Da Geleyim Güzel İstanbul (1986)

Her Mevsim Bahar (1995)

Türkçenin Rüzgârında (2004)

Bütün şiirleri (2006)

 

BİYOGRAFİ:

Adana Halk Şairi Sadık Çavuş (1996)

Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (1. Cilt: 1990, 2. Cilt: 2001)

 

DENEME – İNCELEME:

Özdeyişler (1970)

Türk Musikisi ve Kültürümüz (1988)

Dil ve Edebiyat Yazıları (1997)

Kültür ve Tarih Sohbetleri (1999)

Sihirli Zaman (2006)

Bindallı Yazılar (2007)

Türk Musikisi ve Kültürümüz (2. Baskı–2007)

Niğdeli Şair ve Yazarlar (Üç cilt birada, İlaveli ikinci baskı)


2020-05-25

ÇERAĞ

            

çeliğe su veren usta

kor ateş gibi kitapları

bir ömür yaşadığı çile

mazlum ve mahpus


sönmez ışığı geceleyin

odasında ölüm dirim

yanmış kelimelerden

alnında derin acı


Murat Soyak




* Türk Dili dergisi 
Necip Fazıl Özel dosyası 
Mayıs 2013
Sayı: 737

2020-04-17

CEKET VE BABA


zehir zemheri
kaç zamandır muhacir
yıkılmış evi

kışın halleri
sınır taşına bakıp
tir tir titreyen

bir ceketim yok
bil ki dalım duldam yok
kara gün kara

sonrası keder
anne, nerede kuşlar
kanayan yara

ne arkadaşım
ne yakınlarım kaldı
silâh sesleri

bütün varlığım
babam olsaydı şimdi
göz aydınlığım

Murat Soyak


21 Şubat 2020
Niğde



* Âsî edebiyat dergisi
Mart 2020, Sayı: 6




2020-03-01

KIR BAĞLARI

evimiz derken
geçmiş zaman izleri
kırılan dallar

dut ağacı der
buradayım yıllardır
toprağım sırdaş

çatal kapı der
ne gelen var ne giden
garip kimsesiz

gün gün yıkılan
kederler içinde ah
bahçe duvarı

solgun sarmaşık
yapraklar dökülürken
sefer vaktidir

Murat Soyak

20 Şubat 2020
Niğde

* Yazık Edebiyat Dergisi

BİR GÜNÜN SONUNDA


caddeye nazır görkemli çınar 
gün görmüş umur görmüş
dalları pür neşe gür gümrah
anlatacakları var

bahçede anne ve çocuk
salıncak ile göğe yöneliş
akıp giden buluta vurgun
durmayalım, der gibi

rakamlar arasında kalmış
bitmeyen telaş içinde efkârlı
yolunu gözler çocuklar
bu kış nasıl geçecek

dersi kırmış kaçak talebe
yer çekimi, özne, trigonometri
başında dinmeyen uğultu
belli ki bir sevdiği var

ölüm değişmeyen gündem
havadisler iç karartıcı
gök ekinler solarken ah
hangi dağ taşısın acıyı

evet, en güzeli yürümek
tik tak tik tak yadigâr saat
geçmiş günleri hatırlatır
gün batıyor, elde kalan nedir


Murat Soyak

23 Kasım-10 Aralık 2019

*Asi Edebiyat Dergisi