2020-11-27

İSMAİL ÖZMEL İLE KIR BAĞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

   


Söyleşen: Murat Soyak

 

-Niğde'nin güzel, müstesna yerlerinden birisi de Kır Bağları idi. Şimdi o muhitte bağ ve bahçeler kalmadı. Zaman içinde Kır Bağları bir değişim, dönüşüm geçirdi. Kayıp zamanın peşinde bir şair, yazar olarak bu hususta neler söylersiniz?

    Niğde’nin Kırbağları semtini niçin seçtiğinizi biliyorum. Sizin de orada bir küçük bahçeniz ve önünde kayısı ağaçlarıyla tek kat, pencereleri küskün, camları ağlamaklı eviniz, elbette hiçbir zaman gözünüzün önünden gitmeyecek ve aile efradıyla orada geçirdiğiniz günleri anacaksınız. Sabah kahvaltılarda, akşam yemeklerde aile fertlerinin bir arada olduğu günlerden başlayarak, en son gelinen noktayı karşılaştırmak ve senin kurduğun yuvanın temellerinde onların sevgilerinin, emeklerinin ve ilgilerinin yattığını düşünecek ve aile fertlerine o gözle bakacaksınız.

   Kırbağları adı üzerinde, istasyon binasının demiryolu hatlarının doğusundaki bu mahalleye geçmişte çok ziyaretlerimiz oldu. Bu vesile ile tanıdıklarımız, akrabalarım, dostlarımız oldu. O ağaçların göğe doğru yarıştığı dutların, cevizlerin, arada eriklerin ve kayısıların dostça el ele vererek bizlere yazın sıcağında serinletecek ve sohbet ve ikramları şirin gösterecek bir gölge hıyabanını kurmakla meşgul olduklarını, bu hallerinden hiç de şikâyet etmediklerini söyleyebilirim.

   Önce arkadaşım, sonra da akrabamız olan emekli öğretmen rahmetli Ali Şıker’lere ailece gelip bu semtteki bağlarında geçen çok güzel ve unutulmaz saatlerin hatırlanmasına vesile olduğunuz için de size teşekkür ederim.

   Kırbağları mahallesini (Şimdi İlhanlı Mahallesi) şehir merkezine bağlayan demiryolu üst geçidi yoktu. Demiryolu ile hemzemin toprak-taş döşeli yoldan ancak geçilir gidilirdi. Tren istasyonunun güneyinde demiryolu alt geçidi vardı, halen de var olmaya devam ediyor. Kırbağlarının esas yolu bu alt geçitle sağlanırdı. Bu yoldan İtulutmaz’a doğru yürürken birinci merhalede bir su bendi ve yolu kuzey güney istikametinde kesen içinde su akan arklı; sağa ve sola ayrılan; bir sokak vardı. Bu sokaklara sapmadan yola aynı istikamette devam ederseniz yolu kesen sağa ve sola ayrılan ikinci sokak vardı. Bu iki sokak baştanbaşa Kırbağları’nın bazen bakımlı, bazen de bakımsız bağları ile bir ağaç deniziydi desem yeridir.

   Meyveleriyle, çalışkan ve ikramı seven insanlarıyla, çok çalışıp az kazanan kanaatkâr insanlarıyla özlemle anılan bir semtimizdi, bilenler ve tanıyanlar için bu duyguların yaşamaya devam ettiğini düşünüyorum.           

 -Kır Bağları denildiği vakit sizde uyanan çağrışımlar, hatıralar, izler nelerdir?

   Kırbağlarına ilk uğrayışım bugünkü Kayseri yolu üzerinde eski un fabrikasına varmadan solda demiryoluna yakın bir yerde Kırdeğirmeni vardı. Oraya buğday öğütmek üzere büyük ağabeyim şair Hasan Hüseyin Özmel’le gitmemle başlar. Şehir o kadar yakın olduğu halde ekmeklik buğdaylarını, uğralık arpalarını öğütmek üzere gelenler, bazen orada ekmek pişirir açlıklarını yatıştırırlardı. Bir defasında altında bir miktar ateşle ısınmış mermer parçası üzerinde ekmek pişiren birisini göndüm, şaşırdım ve ağabeyime gösterdim. Demek ki acıkmış, ne yapsın gibi bir hareket yaptı. Daha sonraları düşünüyorum kır değirmeni şimdiki çalışmayan un fabrikasının hemen kuzeyinde bir yerde idi.

   Kırbağları deyince aklıma kavak, selvi ve meyve ağaçlarından örülmüş bir ağaçlar sergisi gelir, orman desem yeridir. Demiryolu istasyonunun eski sanayi çarşısı tarafında bir alt geçit var. Biz o alt geçitten Kırbağları’nın bir semti olan Hacılar sokağına gider gelirdik. İşte bu alt geçitten çıkıncı sağa sapmayınız, doğru giderseniz o yol sizi kademe kademe Kırbağları semtine götürür. İşte sizi karşılayan tarla çevrelerinin süsü kavaklar ve sonra da boyları kısalmış meyve bahçelerine doğru gidersiniz. Kavaklara nazaran meyve ağaçları biraz kısa kalırlardı. Bazı bahçelerde dut ve ceviz ağaçları yılların anılarını saklayan bohçaları gövdesinde saklar gibi mahcup sizi karşılardı. Bazı ceviz ağaçları o kadar yukardan insanları selamlarlardı ki, başınızda şapkanız varsa, onlara bakarken şapkanızın viziyerinden tutmanızı öneririm, ya değilse şapkanın yere düşmesi işten bile değildi. Bahçelerin arasında birkaç buğday ekili tarlayı, bazı yerlerde bakımsız üzümlükleri görebilirdiniz. İmara açıldıktan sonraki halini biliyorsunuz zaten.

-"İnsan yaşadığı yere benzer" yahut "Coğrafya kaderdir" sözlerini Niğde ve Kır Bağları bağlamında ele alırsak neler söylenebilir?

    Eskiden insan yaşadığı yere daha çok benzerdi. Çünkü ulaşım vasıtaları ve insanlarda seyahat arzusu bu kadar gelmiş değildi. Ben komşularımızı düşünüyorum. Hemen hemen bir nesil şehirde komşulukla, bağda komşuluklarla, hayat şartlarının getirdiği imkânları kullanarak, ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bahar gelince bağlara taşınılır, güz gelince kış hazırlıkları, salça ve ekmek yapımı önemli işlerdendi. Kışın peynirini ve yağını da eve koyabilirse, zaten bulgur ve aşlık ve erişte, makarna ihtiyaçlarını kendileri hazırlarlardı, sebze ve meyve kurutmak güz mevsiminin önemli uğraşları arasında idi. 

    Giyim kuşam işleri alışılmışın dışında olması ya bir nişan veya düğün sebebiyle farklılık gösterirdi. Diğer zamanlar insanlar giysi konusunda ne bulursa, imkânı neye elverirse onları giyer, biraz rengi solunca da ceketini veya paltosunu ters yüz ettirerek birkaç yıl da öyle giymeyi yüksünmezlerdi. Daha çok toprağa ve onun mahsullerine bağlı bir hayatı sürdürürlerdi. Babam terzi idi, meslek sahiplerinden derici, kollu makinacı, fotoğrafçı, arabacı, faytoncu, camcı meslek sahipleri vardı. Onlar da günlük işlerini aynı kıvamda götürürler ve halinden pek şikâyet eden olmazdı. Çünkü dünyaları şehirde ve bağda, tanıdık simalarla, samimi ve yardımlaşan yakınlıkta, sevgi ve saygının önemle yaşandığı bir dünyaları vardı. Ülkeyi ilgilendiren meseleler günlük konuşmaların dışına çıkmayı gerektirirdi. Birinci cihan harbi ve Kurtuluş Savaşı anıları ve bir de masal anlatan yaşlı bir kesim vardı. Gece gezmelerinin konusu, mesela babamlarla bir komşuya oturmaya gidilince, bazen, Ahmet efendi şu Cihan Harbinden ve Kurtuluş Savaşından bahset bakalım diyerek konu açarlardı. Bir komşumuz vardı çok güzel masal anlatırdı. Babam da ona Recep ağa bir masal anlat da çocuklar dinlesin, derdi. Bunlar çocukluk döneminin izlenimleridir.

   Toprağa ve insanlara yakın hayat öyle bir ibrişim yumağı sarmış ki dışına çıkmak için bir bahane ve bir istek de yoktu. Radyo ve televizyon olmayınca yeni şeyler görüp istemeleri gibi de bir problemleri yoktu.  Böylece insan doğduğu yere benzerliğini sürdürür, coğrafyanın bir parçası olarak hayatını yaşardı.

-Sizin çalışmalarınız ile gündeme gelen halk şairi Sadık Çavuş'un şiirlerini yakın zamanda okumuştum. Sadık Çavuş, Kır Bağlarını anlattığı güzelleme niteliğindeki şiirlerinde özellikle mor sümbülleri dile getirir. Bu durum özellikle dikkatimi çekmişti. Biz günümüzde bu özge güzellikleri -maalesef- kaybettik. Buradan hareketle şehirde ikamet eden şairlerin, yazarların hassasiyeti, duyarlığı ve gayretleri hakkında neler söylemek istersiniz?

   Adanalı Halk Şairi Sadık Çavuş ellili ve altmışlı yıllarda Niğde’ye yaylaya arkadaşları ile beraber gelirdi. Onunla Niğde’nin Sesi gazetesinin matbaasında tanıştık. Gazetede onun şiirleri de yayınlanıyordu. Ben de şehir meseleleri ve diğer konularda yazıyordum. Bir arkadaşı vardı ondan daha uzun boylu pehlivan görünüşlü bir insandı. Sadık Çavuş sivri burun ve sivri ökçeli, arkası basık ayakkabısı, iri taneli bal renkli tesbihi ve parmağındaki kalın altın yüzüğü ve zayıf vücudunu örten siyah şalvarı ile bir sporcu diriliği ile yürürdü. Yolda hep arkadaşı ile görürdüm. O da şair idi. Birkaç şiirini eski gazetelerde tespit etmiştim, hakkında bir şeyler yazamadım.

   Daha çok Sadık Çavuş konuşurdu. Niğde’nin ilçelerinden köylere kadar görmediği, tanımadığı yer kalmadığını düşünürdüm. Sonra şiirlerini yıllar sonra eski gazete sayfalarından toplarken gördüm ki hayran hayran dolaştığı Niğde için ve çevresi için ne güzel şiirler yazmış, onu rahmetle anıyorum.

   Gezip görmek, şehri ve güzelliklerini tanımak bir merak ve bir imkân meselesidir. Şimdi köylere bile saat başı vasıtalar gidiyor. Biz çok uzaklara gidiyoruz tatil yapıyoruz ama şu burnumuzun dibindeki güzelliklerden haberimiz yok. Bak unutuyordum, bu noktadan biraz kurtulduk, bazı genç meslek sahipleri köylerimizi kasabalarımızı geziyor, hem de resimleyerek ve onların ve bilhassa üniversitemizin bu konudaki duyarlılığını unutmamak gerekir. Şehrin hem dününe hem de bugününe ve yarınına dair tasavvurlarımız, düşünce ve duygularımız olmalı ve tabii ki şairlerimizin bu duygulara da şiirlerinde yer vermeleri gerekir diye düşünüyorum.

-Kır Bağları hakkında sizin ekleyeceğiniz duygular, düşünceler nelerdir?

   Bu satırları 22.11.2020 tarihi itibarıyla Covit-19 salgını günlerinde yazıyorum. Dışarı çıkma iznini kullandığım bir gündü. Eski Emniyet Müdürlüğüne varmadan bir ceviz ağacının yere serilmiş yapraklarını görünce, kendi kendime Kırbağları’nın unuttuğum bir özelliğini de yazmalıyım dedim.

   Sonbaharın ayrı bir görüntüsü vardır. Üzüm ve elma bozumundan sonra şıra kaynatmak ve elmaları kulplayarak ambara kaldırma işlemleri önemli bir hizmetti. Çünkü evin önemli ihtiyaçları bu elma satış bedelinden karşılanırdı.  Kulplamak kelimesi biraz muğlak kaldı sanırım. Elli altmış yıl önce elma elle tane tane bozulur ve kovalarla taşınan elma çok yavaş bir şekilde çayırlara boşaltılırdı. Orada seçilir ve külah elma (elmanın en iyisi ve irisi) ve birinci elma ayrı ayrı sandıklara konulmadan önce, çay kaşığı ile elma kulpları ortadan kırılır ve bu çöplerin diğer elmalara batarak yaralanması önlenirdi. Çünkü yaralanan ve berelenen elmalar çabuk çürüdüğü için kışa dayanmazdı. Bu işlemlere elmanın kulplanması denirdi. Elmanın ufakları da mazak veya ıskarta diye evde yemeğe ayrılırdı.

    Esas konumuza gelelim, yolda gördüğüm ceviz ağacının yerlere dökülmüş yaprakları beni tekrar eski güz günlerine götürdü. Kırbağları’nda olsun; Kayardı bağlarında, Tepe bağlarında olsun sonbaharda sararan yapraklar açık yeşil, açık sarı, sarı, açık kahverengi ve koyu kahverengi cümbüşüyle duygulu nazarlara çok şey söylerdi. Bu yapraklar biraz da insanların hayatının bir safhasını hatırlattığı için biraz da hüzünlü bir şarkı söyler gibiydi. Ben bugün bu hüzünlü şarkıyı dinlediğimi söylemeliyim.

  Ağaçlar yapraklarını dökünce adeta çırılçıplak kalmış gibi bir görüntü ortaya çıkar.  Dökülen yapraklar bağ sahibi tarafından veya tutulmuş bir ırgat tarafından süpürülür ve tandırların yanı başına istif edilirdi. Kuru yapraklar(hazallar) yufka ekmeğin pişirildiği, geniş sacın altındaki tandırda gürül gürül yanan bir yakacak olarak kullanılırdı. Onun için ucuz bir yakacak olarak hazallar ağaçların altında bırakılmazdı. Değerliydi. Kayınvalidem Fikriye Arısoy bir anısını anlattı. Onun kayınvalidesi(Müftü Avşar efendinin ikinci eşi) bir işçi tutarak bağa gitmiş, bakmış ki bağdaki hazallar birisi tarafından süpürülmüş ve öbek öbek toplanmış. Az sonra bu işleri yapan kadın gelmiş, kayın validesi, “bu hazalları niçin topladın” diye sormuş ve kendilerine lazım olduğunu ve hatta bir de işçi tutarak geldiğini bu hazalların kendisi tarafından toplanacağını söylemiş. Kadın da “haklısınız, size haber vermem gerekirdi” diyerek oradan ayrılıp gitmiş.

    Niğde tarihi eserleri, yetişkin insanları ve biraz da bağları ve bahçeleri ile tanınmış bir şehirdir. Çok yer ağaçlı ve yeşildi, şimdi bu yeşilliğin biraz azaldığını görmemek mümkün değildir. Şehir içinde ve çevresinde halen ağaçları kesmeye devam ediyoruz ve yerine beton yığınlarını dikmeyi marifet sanıyoruz. Şehir ve çevre kültürü geliştikçe şehir daha yaşanır ve daha güzel, daha yeşil ve çiçekli olacaktır ben buna inanıyorum

-Bu kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.

  Ben de size teşekkür ederim; beni eski yıllara götürüp getirdiniz.


22.11.2020, Niğde

İSMAİL ÖZMEL, 18 Aralık 1933  tarihinde Niğde merkez, Ahipaşa Mahallesi Ahi Sokak (Şenol Sokak) 20 numaralı evde doğdu. Babası Birinci Cihan Harbi ve İstiklâl Harbi gazilerinden terzi Bekir oğlu Ahmet Özmel, Annesi Altuncu ailesinden Huriye Özmel’dir. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949- 23.6.1953), sonra Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı. İsmail Terzioğlu, İsmail Bekiroğlu ve Mızrap takma adları ile de yazan İsmail ÖZMEL, İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir.

İlk şiiri 1952 yılında “Türk Sanatı” dergisinde ve Elazığ Uluova (23/24-Haziran/1953) gazetesinde yer aldı. Lise son sınıfa Niğde’ye geldiğinde, Niğde’nin Sesi günlük gazetesinde başyazı yazmaya başladı. (1954-55) Kırk yıla yakın bu gazetede yazdı. Diğer yazı ve şiirleri Şûle, Milli Işık, Boğaziçi, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Yesevi, Kayseri Erciyes, Filiz, Kültür ve Sanat dergileri ile Tercüman, Son Havadis, Kayseri Hakimiyet, Bursa Hakimiyet, Hür Anadolu gibi gazetelerde yayımlandı. Ona yakın şiiri bestelendi. Ansiklopedilere maddeler yazdı. Arısoy ailesinden Melâhat Hanımla evli ve Dr. Selçuk Özmel ve Mak. Müh. Bekir Serdar Özmel’in babasıdır. Yayın hayatına Ocak-Şubat 2006’da başlayan Akpınar isimli, iki ayda bir yayımlanan, kültür, sanat ve edebiyat dergisinin imtiyaz sahibidir. Akpınar dergisi 15. yılında yayın hayatını sürdürmektedir.

 

ESERLERİ:

ŞİİR: Bir Daha Yaşamak (1969)

Zaman Kuşun Kanadında (1984)

Çağır Da Geleyim Güzel İstanbul (1986)

Her Mevsim Bahar (1995)

Türkçenin Rüzgârında (2004)

Bütün şiirleri (2006)

 

BİYOGRAFİ:

Adana Halk Şairi Sadık Çavuş (1996)

Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (1. Cilt: 1990, 2. Cilt: 2001)

 

DENEME – İNCELEME:

Özdeyişler (1970)

Türk Musikisi ve Kültürümüz (1988)

Dil ve Edebiyat Yazıları (1997)

Kültür ve Tarih Sohbetleri (1999)

Sihirli Zaman (2006)

Bindallı Yazılar (2007)

Türk Musikisi ve Kültürümüz (2. Baskı–2007)

Niğdeli Şair ve Yazarlar (Üç cilt birada, İlaveli ikinci baskı)